
Mahallenin en fiyakalı delikanlısıydı Yusuf! Hem fiyakalı hem de çokça vakalı. En yükseği 2 kat olan evlerle dolu o gecekondu mahallesinin sokaklarında geçiyordu tüm vakti. Okuduğu kitaplardan mı esinlendi yoksa huyu mu buydu kimse bilmiyordu ama bütün mahallenin tek bildiği gerçek vardı ki Yusuf mahallesini çok seviyor ve fırsatta elini taşın altına koymaktan çekinmiyordu.
Nerede ağlayan bir çocuk görse bağrı yanar, nerede gözü yaşlı bir yaşlı görse ona kol olur ayak olurdu. Hem herkesin her derdine koşardı, öyle merhamet doluydu yüreği, hem de birisi zarar vermek istediğinde gözü kararır ve gereken cezayı kesmekten de çekinmezdi. Hem canları gibi çok severlerdi Yusuf’u, hem de suratı asık gördüklerinde çok korkarlardı. Aynı hayat gibi ikiyüzlüydü Yusuf. Ama dost yüzünü, insan yüzünü sevdiklerine dostlarına gösterir, deli yüzünü, öfkeli yüzünü de mahallenin huzurunu bozanlara, çocuklara kadınlara eziyet çektirenlere. Neden hayatta tutunduğunu dahi bilmiyordu oysa. Evlatlık olduğunu öğrendiğinde kocaman bir yalanın içinde nasıl çırpındığını gördü. Sonra sırtında ki yara izlerine baktı. Her biri bir dostunun hediyesiydi.
Mahallenin En Fiyakalı Delikanlısıydı Yusuf
Mahallenin en fiyakalı delikanlısıydı Yusuf. Oysa fiyaka dediğin sadece ihanetleri örtüyordu. Yediği kazıkların üstüne çektiği bir ambalaj gibiydi sanki. Kimse bilmezdi mesela ellerinde ki yanıkların sebebini. İçinde ki yanıklar yetiyordu ona. Her akşam gün battığında okulun duvarına yaslanır geleni geçeni izlerdi öyle. Evine telaşla dönen babaları, mutfakta telaşla yemek hazırlayan anaları. Yan yana dolaşan kardeşlere bakardı sonra. Belki de sırf bu yüzden nefret ederdi bayram sabahlarından. Hem zaten bayram sabahları nefret için vardı. Telaşla bayramlık bekleyen çocuklar bilmiyorlardı hayatın onları nasıl telaşa sokacağını. Zaten iki denklem vardı. Ya hain olacaklardı insan gibi, ya da vefasız olacaklardı insan gibi. Ya da olmadı sadakati sileceklerdi yüreklerinden, insan nasıl siliyorsa. Sahi insan ya! Et ve kemikten olsa da, çamurdan yaratılsa da kendini her şeyin üstünde zanneden ama yaşamak fikrini yerle bir etmiş insan. Bütün mahalleler, bütün şehirler böyle insanlarla doluydu. Mahallenin en fiyakalı delikanlısıydı Yusuf, O ki kimsesizliğin çocuğuydu.
Seven Pazarlık Yapmazdı Sevdiğiyle
Aslında Yusuf bile değildi adı! Hiç görmediği babasının adını kılıf yapmıştı yetimliğinin üzerine. Hiç bilmediği anası mı? Doğurmuş olmak yetmiyordu ana olmak için. Sebep olmak kâfi değildi baba olmaya. Bir zamanlar aptalca hislerle arayıp bulmak istese de iyi ki böyle zavallı bir harekete kalkışmamıştı. Çiçekçilerin önünde kuyruk oluşturan kalabalıktan muaf tutuyordu kendini. Yok, analar günüymüş, yok sevgili bilmem neymiş… Ebesinin örekesi. Canını veremediğin insana canım denir miydi hiç? Ne kadar basitti canım demek. Hem canım deyip hem de canını yakmak ne kadar basitti ziftlediğimin dünyasında. Ya da Yusuf’un kafasında ki sevgi fikri farklıydı. Seven delirirdi be. Özlerdi göremeyince seven. Seven sarardı bir anne gibi, anne olmasa da olurdu hani. Dururdu sevdiğinin yanında seven. Seven bahane etmezdi rüzgârın yönünü, yağmurun önünü. Seven pazarlık yapmazdı sevdiğiyle. Pazarlık sokak aralarında olurdu anca hayatta kalmak için.
Hem hayatta kalmak niçin!
Mahallenin en fiyakalı delikanlısıydı Yusuf! Şubatın ayazı çökmüştü yine şehrin üstüne. Mahallenin kahvesinde çaylar dağıtan Dursun emmi askısını masanın birine bıraktıktan sonra iç çekti…
Derinden bir iç çekti hem de. “Ah be Yusuf! Ah be deli oğlan! Mahallenin en fiyakalı delikanlısıydın da. Ölüp gittin bir bilinmezliğin içinde. Fiyakalı yaşadın da bir mezar taşın bile olmadı işte…”